Batı felsefesinde bir teodiseden söz edilirken Leibniz anılmadan geçilemeyecek olsa da modern dönemin önemli açıklamalarından ikisi Kant’ın ileri sürdüğü “radikal kötülük” ve Hannah Arendt’in ortaya koyduğu “kötülüğün sıradanlığı” tezidir. Geçtiğimiz yüzyılın en önemli düşünürlerinden olan Hannah Arendt, yirminci yüzyılda insanlık tarihinin tün yaşanmışlığından farklı bir boyuta evrilen kötülük sorununu dini ve teolojik tanımlara dayanmadan seküler bir zeminde, insan iradesini, niyetini, sorumluluğunu gerektiren ahlaki kötülük bağlamında düşünmüş ve meseleye ilişkin ufuk açıcı olduğu kadar yerleşik kanaatlere aykırı olan “kötülüğün sıradanlığı” tezini ileri sürmüştür. Sonuç olarak kötülük meselesi, Arent’in düşüncesinde, modern çağın ruhuna uygun olarak Tanrı’dan insana kayar ve seküler bir zeminde, daha ziyade “insanın neden kötülük işlediği” sorusu üzerinde şekillenir. Arendt, bu tezi, bir Nazi subayı olan Adolf Eichmann’ın yargılanması sırasında geliştirir ve Platoncu “düşünme” ve Sokratik “kendiyle uyum” düşüncesi üzerine oturtur. Düşünürün bu kavram ile kastı, işlenen cürümlerin sıradan olduğu değildir, cürümleri işleyen faillerin sıradanlığıdır. Bunlar geçmişin kötü adamlarından belirgin bir biçimde farklıdırlar; kurbanlarını tanımazlar, onlara karşı bir kasıtları yoktur, kötülüğe niyet etmezler, “bariz sığ” insanlardır. Arendt, bunların temel sorununun “fikirsizlik” olduğunu söyler. İşledikleri ve işleyebilecekleri kötülüğün bir sınırı yoktur, şayet kötülük etmek için kişisel bir nedeniniz, hıncınız, niyetiniz yoksa bitirmek için de olmayacaktır. Makalenin ilk kısmı “kötülüğün sıradanlığı” tezi etrafında şekillendi. Ancak makalenin yazılma sebebi, her şeyden önce, halihazırda Gazze’de yaşanan kötülüğü/soykırımı anlama çabasıdır. Makalenin ikinci kısmı bu çerçevede şekillendi ve Arendt’in kötülüğe ilişkin düşüncelerinin Gazze Soykırım’ını açıklamak için yeterli olmadığı savunuldu. Gazze Soykırım’ı, kitlesel imha silahlarının gücünü, medyanın gücünü ve dönemin en büyük devletlerinin gücünü arkasına, işlenen soykırım karşısında tüm dünyanın, kurumların sessizliğini de yanına alan İsrail’in, kötülüğü kendi gerçekliğinin ve varlığının bir parçası haline getirdiği bir duruma işaret etmektedir. Kötülüğün gündelik yaşamın bir parçasına dönüştürülmesi, bir “hak” olarak tanımlanması, gizlenmeye ihtiyaç duymayan saldırganlığı ve ar-sızlığı yine bu yeni aşamanın habercisidir. Nitekim İsrail’in Gazze’de uyguladığı Soykırım gizlenmeyi gerektirecek bir utançla değil, vahşi bir gururla kendini sergilemektedir. Siyonizmin, Yahudilerin tarihi birikimlerini, acılarını ve hınçlarını kullanarak işlediği cürümler bir soykırımdır. Bunun için Arendt’in fikirsizlik ile kötülük arasında kurduğu ilişki, dolayısıyla “kötülüğün sıradanlığı” tezi, Gazze Soykırımını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. İsrail, kötülüğün hem bilincindedir hem de bunu bir hak olarak görmekte ve sergilemekte bir beis görmemektedir. Geriye Nazilerden beter bir boyuta evrilmiş bir kötülük kalmıştır: utanmaz/ ar-sız, saldırgan ve yılışık. Gazze’de yaşanan soykırım yeni başlamamıştır, yüz yıllık bir tarihe yayılan bu kötülük bilinçli, istekli, planlanmış, niyetli ve Filistin halkını düşman olarak belleyerek kasıtlı bir biçimde gerçekleşmektedir. Gazze’de yaşanan soykırım “kötülüğün ar-sız’lığı”dır. Kötülüğün ar-sızlığı, kötülüğün saklanmaya ihtiyaç duymadan, çekinmeden ve utanmadan var olmayı kendine hak olarak görmesidir. Diğer yandan Gazze’de yaşanan Soykırıma “seyirci” kalmak da kötülüğü meşrulaştırmaya hizmet etmektedir. İnsanlığın ortak birikimi olan iyiye ve iyiliğe ilişkin tüm değerler yok edilmektedir, böyle bir dünyayı yüksek sesle reddetmek gerekir. Unutmayalım ki ahlak yani iyi’lik “ölümle yarışacak bir ısrar” ister.
In discussions of theodicy in Western philosophy, Leibniz is indispensable; yet two of the most influential modern accounts of evil are Kant’s concept of radical evil and Hannah Arendt’s thesis of the banality of evil. Arendt—one of the foremost thinkers of the twentieth century—explored the problem of evil, which in that century assumed a qualitatively new form, on a secular plane detached from religious and theological categories. Focusing on moral evil that presupposes human will, intention, and responsibility, she advanced the provocative claim that evil can be banal: not monstrous in motive but ordinary in execution. Thus, in her thought the question shifts from God to humanity, and the central concern becomes why human beings commit evil. Arendt formulated the thesis during the trial of Nazi functionary Adolf Eichmann, grounding it in the Platonic demand for thinking and the Socratic ideal of being in harmony with oneself. By banality she refers not to the triviality of the crimes but to the ordinariness of the perpetrators: they neither know their victims nor harbour personal malice; they are, in her words, “shallow”, distinguished chiefly by a thoughtlessness that sets no limit to the evil they may enable. The first part of this article analyses Arendt’s concept of the banality of evil. The impetus for writing, however, is to understand the ongoing evil—indeed, genocide—in Gaza. The second part therefore argues that Arendt’s account is insufficient to explain the Gaza genocide. What we witness is a situation in which Israel, empowered by weapons of mass destruction, media influence, and the backing of major world powers, has integrated evil into its very identity. Evil has become routine, asserted as a right, and displayed with an aggression that feels no need for concealment. Unlike earlier atrocities that were veiled in shame, the Gaza genocide is carried out with brutal pride. Guided by a Zionist ideology that instrumentalises Jewish historical suffering and resentment, Israel commits acts that meet the definition of genocide. Hence Arendt’s linkage of evil to a “lack of ideas”, and her notion of banality, cannot account for Gaza, where evil is neither ignorant nor accidental but self-aware, justified, and ostentatious. What emerges is an evil more extreme than that of the Nazis: shameless, brazen, and unrepentant. This genocide did not begin recently; it is the culmination of a century of conscious, deliberate violence against the Palestinian people. I call this phenomenon the shamelessness of evil: evil that asserts its right to exist openly, without hesitation or remorse. Moreover, the global bystanders’ silence implicitly legitimises the genocide. The universal values of goodness painstakingly built by humanity are being dismantled, and such a world must be decisively rejected. We must remember that morality—that is, goodness—requires a persistence that competes with death.
Philosophy of Religion Banality of Evil Lack of Thought Shamelessness of Evil Gaza Genocide
Primary Language | Turkish |
---|---|
Subjects | Philosophy of Religion |
Journal Section | Makaleler |
Authors | |
Publication Date | June 20, 2025 |
Submission Date | August 27, 2024 |
Acceptance Date | January 27, 2025 |
Published in Issue | Year 2025 Volume: 12 Issue: 1 |
BEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi Creative Commons Atıf-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı (CC BY NC ND) ile lisanslanmıştır